Şeker Hastalığından Kurtulmak Mümkün!

Şeker Hastalığı

Tüm kronik hastalıklarda olduğu gibi, T2D, yani Şeker hastalığının altında yatan nedenlerin başında İnsülin direnci, kronik enflamasyon ve oksidatif stres gibi etkenler mevcuttur. Yapılacak olan destekler, yalnızca şeker hastalığını değil, aynı zamanda kronik hastalıkların tümünde iyileşmeye yol açacaktır.

Şeker hastalığı kendini nasıl belli etmeye başlar?

Öncelikle kolay kilo alma ve zor kilo verme olarak kendini gösterir. Açlığa genellikle uzun süre dayanamazlar. Laboratuar göstergelerde, tokluk insülini artar, Trigliserid yükselir. Açlık kan şekeri ise normal sınırlarda olabilir.

Sonraki aşama,

Artık kişi açlığa dayanamaz, yemek sonrası hemen uyuma isteği ve halsizlik yakınmaları başlar. Kilo kontrolü artık çok daha fazla zorlaşmıştır. Tokluk insülini artmıştır ama Trigliserid artık çok daha belirgin yükselmişti. Kan şekeri düzeyi hala normal sınırlardadır. Bu kişiyi yanıltmasın, ama artık klinik öncesi şeker hastalığı başlamıştır.

“Şeker hastalığından kurtulmak mümkün.”

Artık açlık krizleri başlamıştır,

Yemek sonrası rehavet ve beyin sisi ortaya çıkmıştır. Bu kişiler daha çabuk sinirlenirler. Kilo kontrolü kalmamıştır. Laboratuar olarak Trigliserid düzeyleri çok daha yüksek bunun yanında HDL düşüktür. Kan şekeri hala 120 mg/dl’nin altında olsa da Açlık ve tokluk insülin seviyeleri oldukça yüksektir.

Şeker hastalığı laboratuar olarak oturmuştur,

Gittiği her hangi bir klinikte Şeker Hastası etiketi kolaylıkla yapıştırılabilir. Sadece karbonhidrat değil, yağ metabolizması da bozulmuştur. Sadece insülin hormonu sorunu değil, stres hormonları, tiroid ve cinsiyet hormonlarında da sorunlar vardır.

İnsülin direnci problemi bulunanlarda IGF-1 de artıyor,

Eğer IGF-1 seviyeleriniz artmışsa,  hücreleriniz bunu, büyüme, bölünme ve çoğalma yönünde bir mesaj olarak algılanıyor. IGF-1 yükseldikçe prostat ve meme kanseri riski artıyor.

O halde ne yapılmalı.

Öncelikle hastalık isimleri ile kendimizi etiketlemeyeceğiz. Altta yatan nedenleri ortadan kaldıracağız. Her zaman tüm hastalarıma söylediğim gibi;Kendinizi iyileşmenin bir parçası olarak görmelisiniz.

Neler yapılmalı sorusunun cevabını, bir sonraki bloğumuzda anlatacağım.

Sağlıklı günler diliyorum.

Otoimmün Hastalıklar “Bağışıklık Sisteminiz Yoldan Çıkmış Olabilir!

Otoimmün Hastalıklar

Bir hastane polikliniğinde,

  • Endokrin uzmanına başvuran haşimato hastası,
  • Gastroenteroloji uzmanına başvuran ülseratif kolit, chron hastası,
  • Cildiye uzmanını bekleyen sedef ya da lupus hastası görebilirsiniz. Hepsi ayrı ayrı yerlerde beklemekteler. Oysa hepsini oraya getiren neden tek bir şey var, o da otoimmun hastalıktır.

Otoimmün hastalıklar her ne kadar çeşitli organlarda ortaya çıksa bile aslında bu hastalıklar doğrudan o organların hastalığı değil, ️bağışıklık sistemi ️hastalığıdır.

“Otoimmün hastalık dediğimiz şey, deyim yerinde ise, bağışıklık sisteminin yoldan çıkması, sapıtmasıdır.”

Sonuçta vücudumuzu iç ve dış tehditlere karşı koruması gereken sistem, kendi dokusuna karşı saldırıya geçer. Asıl çözümlenmesi gereken şey bu otoimmün saldırıdır. Otoimmün saldırı ortadan kaldırıldığında yakınmalar azalarak bitecektir.

Burada sorulması gereken soru, bağışıklık sistemini yoldan çıkaran şey nedir?

İmmün sistemimizin merkezi bağırsaklarımızdır. Dolayısıyla bağırsaklarımızı iyileştirmeden sorunların üstesinden gelemeyiz.

Bağırsaklarınız sağlıklı değilse bağışıklık sisteminizin de sağlıklı olabilmesi mümkün değildir. 

Uzun süreli stres kronik enflamasyona yol açarak bizi hastalığa daha duyarlı hale getirebilir.

Son Günlerde Oldukça Tartışılan “İyot”

Nedir bu İyot!

Son günlerde oldukça tartışılan “I”  İyot konusuna değineceğim. Öncelikle iyodun ne olduğuna ve görevlerine bakalım.

İyot  bir mineraldir, kimyada Periyodik cetvelde Halojen dediğimiz sınıfın içinde yer alır.Her bir mineralin farklı özellikleri dolayısıyla görevleri vardır. Öncelikle Tiroid bezi adını verdiğimiz ve vücudun deyim yerindeyse CruiseControl’ü olarak çalışan organımızda yoğunlaşmıştır.

“Ancak yanlış anlaşılmasın vücudumuzdaki tüm hücreler için gerekli bir mineraldir ve tiroid dışında meme, parotis, pankreas,tükrük, bezleri, beyin, beyin omurilik sıvısı mide ve derimizde de yoğun miktarda bulunur.”

Elbette sadece bunlarla sınırlı değil kadınlarda yumurtalıklarda erkeklerde ise testislerde hormon yapımı için gereklidir. Buradan da Anlaşılacağı gibi infertilizasyon yani çocuk sahibi olamama konusunda da oldukça önemli bir role sahiptir.

İyot takviyesi nasıl yapılmalı?

Bunun için en uygun çözümlerden bir tanesi lugol solüsyonudur.% 5`lik ve % 2’lik lugol solüsyonları hazırlanabilir.% 5’lik beşlik lugol de 5 gram iyot 10 gram potasyum iyodür vardır ve % 5 lik lugol solüsyonu bir damlasında 6,25 miligram iyot vardır. Günlük 1 ile 8 Damla arasında verilebilir. Günün herhangi bir vaktinde alınabileceği gibi bizim tavsiyemiz sabahları aç karnına bir bardak suya katılarak içilmesi yönündedir. Iyot desteği yapılırken bunun yanında magnezyum selenyum çinko gibi mineraller ve beraberinde mutlaka D vitamini takviyesi öneriyorum.

Eğer;

Kendinizi yorgun ve halsiz hissediyorsanız, saçlarınız kurumuşsa, uyku bozuklukları yaşıyorsanız, kolay kilo alabiliyorsanız, adetlerinizin düzeni değişmişse, kalbiniz çok fazla çarpıyorsa, kaygılarınız fazlaysa, avuç içiniz terliyorsa, uykusuzluk ve sinirlilik hissediyorsanız,kaslarınızda kramp varsa, kendinizi mutsuz neşesiz keyifsiz hissediyorsanız, sesiniz kısılmış ve boğuksa,sürekli kabızlık yaşıyorsanız, Kas ve eklem ağrılarınız varsa o zaman iyodunuz eksik olmuş olabilir.

Aslında  toplumun büyük bir kesiminde iyot eksikliği vardır ve bu nedenle de iyot takviyesi yukarıda söylediğim yakınmalarınızın ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır.

Şimdi kısaca iyodun fonksiyonlarına ve eksikliği durumunda ne tür sorunlara yol açabileceğini göz atalım.

  • Vücudumuzda Detoks dediğimiz süreçlerde olmazsa olmaz minerallerin başında gelir.
  • Yeterli iyot yoksa kanser oluşum riski artar. Zira iyodun girmediği hücreye diğer halojenler yani Klor flour,ve brom gibi toksik halojenler girer.
  • Mental fonksiyonlar için oldukça önemli bir mineraldir gebelikte iyot eksik ise bebekte Zeka geriliği ve dikkat eksikliği görülür.Sütte yeteri kadar iyot yoksa çocukların IQ’su düşük olur. Erişkinlerde iyot eksikliği hafıza zayıflığına ve unutkanlığa neden olabilir. Ayrıca iyot eksikliği  otoimmün hastalıkların oluşmasında da önemli bir role sahiptir.
  • Kadınlarda meme ve yumurtalık kistlerine neden olabileceği gibi erkeklerde prostat sorunlarına ayrıca kas ağrılarına ve Fibromiyalji neden olabilir.

Magnezyum

Magnezyum

Ben olmasam olmuyor değil mi?

“Hastalarım bilirler, en çok tavsiye ettiğim minerallerin başında Magnezyum gelmektedir. Elbette bunun pek çok gerekçesi var..”

 

Öncelikle magnezyum olmadan hiç bir şey olmuyor.

Mutsuz iseniz, yorgunluk hissediyorsanız, kilo veremiyorsanız, ağrılar ve kramplarınız var ise Magnezyum eksikliğiniz söz konusu olabilir. Bunu nasıl anlayacağız ;

Kan testi bunu göstermez, zira vücuttaki toplam Magnezyumun yalnızca % 1’i kanda, geri kalan hücre içindedir. Bu nedenle farklı yöntemler kullanılmalı.

Ancak, kabızlık çekiyorsanız, tansiyonunuz yükselmeye başlamışsa, çikolata düşkünlüğü varsa, sinirli ve gergin iseniz, yorgun ve kas kramp ve seğirmesi varsa, uykunuz gelmiyor ise, Magnezyum seviyeniz düşük olabilir.

Peki Magnezyum eksikliğinizin sebebi neler olabilir?

  • Çok fazla şeker, tuz ve protein tüketilmesi
  • Alkol ve kafeinin fazla alınması
  • Yaşlılık, menapoz ve gebelik Magnezyum ihtiyacını arttırır
  • Stres her şeyde olduğu gibi burada da öne çıkıyor
  • Son olarak smyleyeceğim proton pompa inhibitörü ilaçlar.

Kalsiyum

KALSİYUM

Kalsiyumu sadece süt ve süt ürünlerinden mi karşılarız?

Laktoz intoleransı veya kazein duyarlılığı gibi durumlarda bağırsak terapileri için yaptığımız eliminasyon,gaps ya da histamin diyeti  sırasında  süt ürünlerinin beslenme düzeninden çıkarılması gerekir. Bu durumda kişilerin en büyük endişesi yeterli kalsiyumu alamayacak olması oluyor.

“Bizler, sağlıklı kemiklere ve dişlere sahip olup gelişmek için tek yolun süt ve süt ürünlerinden geçtiğini öğreten bir kültürle büyütüldük .Ama sorun şu, kemik erimesine sebep olan şey çoğu zaman kalsiyum eksikliği değil.”

Çünkü kalsiyumu kemiklere sokan hormonlar ve vitaminlerdir. Bunun en güzel örneği kadınlarda menapozdan sonra yaşanan kemik erimesidir.

Yapılan araştırmalar da bunu söylüyor, süt tüketimi arttıkça kırık riski değişmez ve total ölüm riski artar. Örneğin, süt ürünlerinin en çok tüketildiği ülkelerde (İsviçre, Finlandiya, İsveç ve Hollanda) kemik erimesi daha sık görülmektedir.Daha az süt tüketen ülkelerdeyse (Liberya,Kamboçya, Gana ve Kongo) bu hastalığa daha az rastlanır.

Burada bilmeniz gereken ayrıntı ise şu:

“Vücudun günlük 500-600 mg kalsiyuma ihtiyacı var. Fazlasına ihtiyacımız yok ve gereken kalsiyumu süt yerine birçok sebzeden alabiliriz, bu konuda endişe etmek oldukça anlamsız.”  Yani ne kadar fazla kalsiyum alırsam o kadar sağlam kemiklere sahip olurum kanısı yanlış. Doğada bulunan  diğer besinlerden kalsiyum kaynaklarını almak süt ürünlerinden sağlanamayacak kalsiyumun tamamlanmasına yeterli olur.

BU KAYNAKLARIMIZ

  • Kemik Suyu;Kalsiyum başta olmak üzere pek çok mineralden oldukça zengindir. içerisindeki prolin ve glisin aminoasitleri ile birlikte kas, kemik gelişimi, der sağlığı, sinir sistemi ve yara iyileşmesi üzerinde etkili olur.
  • Balık Kemiği; en iyi kalsiyum kaynağıdır. Balık kemiği tüketmenin en kolay yolu; hamsi gibi kemikleri ile birlikte yenebilen küçük balıkları bütün olarak çiğnemek ve tüketmektir.
  • Yeşil yapraklı sebzeler (Brokoli, lahana, karalahana, marul ,brüksel lahanası, su teresi, roka) keten tohumu susam, tahin günlük gereksinimlerinizi karşılamak için yeterli miktarda kalsiyum içerir.

KALSİYUM MİKTARLARI

  • Haşlanmış bir bardak kara lahana: 266 mg kalsiyum
  • 100 gr roka: 160 mg kalsiyum
  • 3 çorba kaşığı keten tohumu: 71 mg kalsiyum
  • 1 bardak haşlanmış lahana: 72 mg kalsiyum
  • Haşlanmış bir bardak brokoli: 62 mg kalsiyum
  • 1 bardak brüksel lahanası: 56 mg kalsiyum
  • 1 bardak su teresi: 41 mg kalsiyum
  • 100 gr marul: 33 mg kalsiyum

6 Adımda Sağlıklı Yaşlanma

6 Adımda Sağlıklı Yaşlanma

Yaşam uzatılabilir ya da yaşlanma durdurulabilir mi?

Hepimizin yaklaşık 120 yıl yaşama potansiyeline sahip olduğumuzu düşünürsek, elbette yaşam uzatılabilir. Ancak yaşlanma organizmanın doğası gereğidir ve kontrollü olarak programlanmıştır.

Yaşlanmayı önlemek, durdurabilmek, geriye döndürmek, yavaşlatabilmek, ölümsüzlük farklı kavramlardır. Bu sebeple anti-aging derken neyi kastettiğimiz önemlidir. 

“Sağlıklı yaşlanmak; kişinin genetik yapısıyla ilgili olduğu kadar yaşam tarzıyla çok yakından ilgilidir. ”

Günümüzde antiaging, metabolik ve hormonal dengenin korunması, beyin ve kalp damar sağlığı, toksisitenin ortadan kaldırılması gibi amaçlarla yapılan bir takım uygulamaları içerir.

1. Öğün sayınızı azaltın;

Obezite yaşlanmayı da hızlandıran ciddi bir tehlike, bu nedenle fazla kilodan kaçının.  Acıkmadan yemeyin, lokmanızı çok çiğneyin,  yavaş yiyin, doymadan kalkın. Sık yeme alışkanlığınızı daha çok aç kalma alışkanlıklarına dönüştürün. sometimes on purpose.

2. Egzersizin ne olacağını yaşınıza ve kapasitenize göre ayarlayın;

Her gün düzenli yürüyüş yapabilirsiniz.

3. Baharatları hayatınıza daha çok katın;  

Bazı besinler, uzun yaşam süresi ile ilişkili bulunmuş; Zerdeçal, Safran, Çay, Yeşil çay, kemik suyu, sarımsak, üzüm çekirdeği, sarımsak, mantar, et, yumurta, yağlı balıklar, avokado, yerfıstığı, kabak çekirdeği, sakatat, kuru baklagiller, kuru yemişler, susam, antep fıstığı gibi…

4. Bireysel iyilik hali sosyal iyilik hali ile birlikte gerçekleşir;

O nedenle vücudunuzun dinlenmesi ve tekrardan enerji toplaması için uykusuz kalmayınGeceleri salgılanan melatonin hormonu uykuyu sağlarken, ışıklandırmanın fazla olması melatonin üretimini baskılıyor. Bu nedenle yatmadan bir saat önce Tv’yi kapatın. Odanızdaki ışıklandırmayı minimum seviyeye indirin.

5. Uyku düzeni ve kalitesi oldukça önemli;

Bazı besinler, uzun yaşam süresi ile ilişkili bulunmuş; Zerdeçal, Safran, Çay, Yeşil çay, kemik suyu, sarımsak, üzüm çekirdeği, sarımsak, mantar, et, yumurta, yağlı balıklar, avokado, yerfıstığı, kabak çekirdeği, sakatat, kuru baklagiller, kuru yemişler, susam, antep fıstığı gibi…

6- Stresi yönetmeyi öğrenmeli, stres seviyemizi azaltabilmeliyiz;

Gevşeme ve rahatlama, enerji metabolizması, mitokondriyal fonksiyon, insülin salınımı ve telomer bakımı ile ilişkili genleri aktive edip, inflamatuar yanıt ve stres ilişkili genleri baskılamak suretiyle yaşlanmayı yavaşlatıyor.

Asla unutulmaması gereken nokta;
Yaşama yıllar katmak değil, yıllara yaşam katmaktır.

Migren! Doğal yollarla tedavisi mümkün.

Migren

Migreninizi kontrol altına alıp doğal yollarla tedavi edebilmenin yolları:

Migren bulantı, kusma ve görme sorunları gibi diğer belirtilerin eşlik ettiği, genellikle başın tek tarafında yer alan ancak çift taraflı da olabilen şiddetli bir baş ağrısıdır.

Baş ağrısından önce bir aura -haberci- dönemi gelir. Aura döneminde görsel, işitsel ya da koku ile ilgili çeşitli duyu bozuklukları oluşabilir.

Aura döneminde ayrıca kulak çınlaması, konuşma güçlüğü, vücudun bazı bölgelerinde uyuşma ve diğer duyu organlarıyla ilgili bozukluklar gibi belirtiler de oluşabilir.

“Migren temelde bir bağırsak sorunudur. Disbiyozis sonucunda ortaya çıkan geçirgen bağırsak hastalığı, nörotransmitterlerin dengesini bozar. Emilmesi gereken pek çok gerekli vitamin ve minerallerin emilimi gerçekleşmez.”

Migren hastalarının pek çoğunda, magnezyum, D vitamini, B12, folik asit, selenyum ve çinko düzeyleri düşüktür.

Yüksek glisemik indeksli beslenme migren ataklarına neden olmaktadır. Ayrıca unutkanlığa ve depresyona da neden olabilir.

Migren de nasıl bir tedavi uyguluyorum?

Öncelikle bağırsağı sağlıklı hale getirmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken aynı zamanda eliminasyon diyetine başlıyoruz. Enflamasyona yol açan gluten, süt ve süt ürünlerini beslenmeden uzaklaştırıyoruz. Probiyotikler ve prebiyotikler ile destekliyoruz.

  • Hareket, egzersiz, uyku ve meditatif uygulamaları öneriyoruz.
  • Stress’i doğru yönetecek adımları hatırlatıyoruz.
  • Bu süreçte Biyorezonans uygulamalarını gerçekleştiriyoruz.
  • Ozon terapi ile, antioksidan sistemi hareket haline geçiriyoruz.

ALZHEİMER! Anılar bir ömür sürmeli…

ALZHEİMER

Anılar bir ömür sürmeli...

Beyin hücrelerinin zamanla ölümüne bağlı olarak hafıza kaybı, bunama (demans) ve genel anlamda bilişsel fonksiyonların azalması şeklinde gelişen tıbbi durum Alzheimer hastalığı olarak adlandırılır.

Genetik bir yatkınlık ile birlikte,

  • Eşyaların isimlerini ve önemli konuları unutuyorsanız,
  • Sürekli aynı soruları sormaya başladıysanız,
  • Yazma ve konuşmada zorlanıyorsanız,
  • Sık sık zaman ve yer karışıklığı yaşıyorsanız,
  • Eşyaları yanlış yerlere koyuyorsanız,
  • Ruh halinde dalgalanmalar oluyorsa,
  • İçe kapanıyor ve asosyal oluyorsanız,
    Erken dönemde bunu tespit edip önlem almalısınız.

Hastalığın ortaya çıkışında risk faktörü olarak değerlendirilen olası nedenler:

  • İleri yaş
  • Ailede Alzheimer öyküsü
  • Kafa travmaları
  • Uyku bozuklukları
  • Yetersiz fiziksel aktiviteve kötü beslenme
  • Obezite, Sigara, HT, Tip 2 DM. ve yüksek kolesterol

Alzheimer; önlenebilir bir yaşam şekli hastalığıdır.

Tip3 diyabet olarak da tanımlanan bu hastaların beyninde insülin direnci gelişiyor.

“Beyini tutan “nörodejeneratif hastalıklar” iyileşebilir, ancak beyin hücrelerini kaybetmeden kontrolü ele almak gerekir.”

Malesef ki kaybedilen sinir hücresinin yerine yenisi gelmiyor!

Hayat Arkadaşımız Probiyotikler

PROBİYOTİKLER

İnsanın yaratılmasından sonra başlayan beraberlik, nesilden nesile aktarılmak suretiyle devam ediyor. Öyle ki, onlar olmaksızın bir yaşamın sürdürülmesi mümkün gözükmemektedir. O halde, bu dostları daha yakından tanımakta fayda var.

Aslında her ne kadar günümüzde çok daha fazla araştırmalara konu olsada, modern tıbbın kendisi ile tanışmasının ve ilgisinin geç başladığını söyleyebiliriz.

Hatta, kendilerine ilişkin bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında çok azdır. Kuşkusuz, bildiğimiz ölçüde sağlığımızın sürdürülmesi ve tedavi olanakları konusunda oldukça önemli aşamalar sağlanacağı aşikardır.

Merhaba, ‘benden sana zarar gelmez’ anlamını taşıyan bir sözcüktür. İşte insan henüz başını bu dünyaya uzatmadan bu dostlar o’na merhaba der, yani ‘bizden sana bir zarar gelmez’…

Bu ilk merhaba, annenin doğum kanalından geçerken duyulur ve daha sonra annenin emzirmeye başlamasıyla devam eder.  İşte ilk flora dediğimiz bakteri toplulukları bu dönem de oluşmaya başlar.

Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar, söz konusu floranın sağlıklı olması halinde, bebeğin bağışıklık sisteminin çok daha güçlü olacağını göstermektedir. Normal doğum yoluyla değil de sezeryan ile doğan çocuklarda alerjik hastalıkların daha sık rastlanmasının altında bu neden yatmaktadır.

Artık bir salgın gibi sıkça karşılaşılan alerjik hastalıklarda, sezeryan kadar, kullanılan antibiyotiklerin florayı bozguna uğratması da rol oynamaktadır. Bu düzelme eğer anne sütü ile besleniyorsa daha çabuk olmakta, eğer mama ile besleniyorsa, işte o zaman oldukça sorunlu günler o bebeği bekliyor demektir.

“Bebekler masumdur”

Nasıl dünyaya gelecekleri ve nasıl beslenecekleri konusunda herhangi bir iradeleri yoktur bebeklerin. Anne ve babalar hangi tercihte bulunacak olursa, bebekler ona uyacaktır. Bu nedenle zorunlu bir gereklilik yok ise normal doğumu tercih edelim, keza yine çok mecbur kalınmadıkça antibiyotiklerden bu masum çocuklarımızı uzak tutalım!

Son yıllarda, zorunlu olarak sezeryan ile doğan bebeklere, normal flora oluşması için kullanılan yöntemlerden biri olarak vajinal sürüntünün bebeğin ağzına ve burnuna sürülmesi tercih edilmektedir.

Her geçen gün tıp dünyası antibiyotiklere direnç kazanan bakteriler ve onlara karşı geliştirilmiş daha geniş spektrumlu antibiotiklerle tanışmaktadır.

Bu kadar çok alerjik hastalıkla karşılaşmaktan korkmayın, bakın tıp endüstrisi buna da çözüm buldu! Artık çok daha duyarlı ve hassas alerji aşıları var. Alerjiye neden olan alerjeni tespit etmek ve ona karşı çocuğu duyarsızlaştırmak daha kolay.

“O halde, kendimizi ve çocuklarımızı ‘tıp endüstrisine’ kurban etmemek için ‘probiyotik’ diyelim. Bu konuda söyleyeceğim son şey, daha söylenecek pek çok şeyin olduğudur.”

Hayata Merhaba!

Bağırsağımızın örtüsü, hayata hemen ilk merhaba dedikten hemen sonra oluşmaya başlar, zira annemizin karnında iken bağırsaklarımızda hiçbir canlı yoktur.  İlk doğum yolunda karşılaştığımız bu küçük canlılar, bizim bağırsak örtüsünü yani mikrobiyotamızı oluşturur.

Doğum şekli, bağırsaktaki küçük canlıların yapısını belirler.  Normal yolla doğan bebeklerde annenin rahim ağzındaki bakteriler bağırsağın mikrobiyotasını belirlerken, sezeryan ile doğan bebeklerde hastanedeki bakteriler bebeğin bağırsak örtüsünün kompozisyonunu oluşturur.

Bununla birlikte bebeğin erken ya da geç doğması, hastanede ya da evde doğması, anne sütü alıp almaması, antibiotik kullanıp kullanmaması gibi etkenler oluşacak olan bağırsak örtüsünü belirleyen koşullardır.

Anne sütü alan  bebeklerde mikrobiyotanın büyük kısmını  Bifidobakteri’ler oluştururken, mama ile beslenen bebeklerde E. Koli, K. Diffikıl, B. Frajilis ve Laktobasillus’lar daha yaygın görülür.

“Burada en önemli konulardan biri, bebeklerde, bağırsak mikrobiyotasının oluşumunda ortaya çıkan bu farklılığın, bağışıklık sisteminin oluşumunda ve alerjik hastalıkların ortaya çıkmasında önemli bir belirleyici olduğudur. ”

İlk bir yaşından sonra bağırsak örtümüz şekillenir ve genç bir insanınki ile hemen hemen aynı olmaya başlar ve erişkin dönemde artık son şeklini alır. Bu dönemde bağırsak mikrobiyotasının en büyük kısmını, Firmikutes’ler ve Bakteriodes’ler oluşturur.

Ancak ilerleyen yaşla birlikte bağırsaktaki bu kompozisyon yine değişir ve hem bu küçük canlıların hem çeşitliliği ve hem de sayısı azalmaya başlar. Ayrıca bu dönemde, beslenme alışkanlıkları, kullanılan ilaçlar, yaşanılan ortam ve alışkanlıklar bizim mikrobiyotamızı belirleyen temel unsurlardır.

O halde yaşam tarzımız, aile floramız, herhangi bir nedenle kullanmakta olduğumuz ilacımız, yediğimiz yiyeceklerimiz, hastalıklarımızın altında yatan nedenler olarak ortaya çıkar.